Kendi kendime düşünürken çıkarım yapmayı çok seviyorum, bazen bir uzaylı gibi hissettirse de inanılmaz küçük detayları bazen bilmediğimi "yaşama işi" denilen şeye uzak olduğumu düşündürüyor. Birazdan okuyacağınız şeyler belki herkesin de bildiğini varsaydığınız bir şeydir. Belki de öyledir. Ama hayat bir yolculuksa, bir gemi yolculuğuysa bu satırlardaki kaptan benim. Gelin benim çaylakça yazdığım seyir defterime konuk olun.
Bence bazı insanlar var ki, bir şeyler "uydurmayı" çok seviyorlar. "Uydurmak" diyorum çünkü başkalarına göre hiç münasip olmayan iki ya da daha fazla şey, onlar için bir bütün hâline gelebiliyor... Bu seyir notunda onlardan bahsedeceğim. Nasıl desem, belki sisteme uyum sağlamayı beceremiyorlar, belki de istemiyorlar. Belki de onlar için kıymetli gelmiyor. Ama bir şekilde üretme yoluna giriyorlar. Bir şeyler oluşturuyorlar—ister bir sabun olsun, ister bir tablo, bir şiir ya da bir makine.
Kafamın içinde, bu insanların Robinson mu yoksa Da Vinci mi olduğunu düşünüyorum. Öyle ya, biri adaya düştüğü için üretiyor—hayatta kalmak için belki—diğeri ise içindeki şeyi doyurabilmek için. Ben hangisiyim, karar vermek istiyorum.Bu yazılar, tek seferde yazılmış, spontane metinler olduğundan size tam aktaramıyor olabilirim. Yine de iyi niyetle bir kulak vermenizi istiyorum. Peki, siz hangisisiniz?
Bağlantılı diğer bir mevzuya gelelim, ondan da bahsetmek istiyorum. Geçenlerde bir hocam, Lost dizisinin çok iyi olduğundan söz etti. Daha önce de söylemişti aslında. Hatırlayınca, "Gün bugündür," dedim ve başladım. Dizi uzun ve hayli ünlü. J.J. Abrams yapımı. Daha önce onun Fringe ve 11.22.63 dizilerini izlemiştim. Aklımda bu bilgiler var. "İyi çıkacak muhtemelen," diyorum. Ha, bir de tabii, tek cümlelik açıklaması dışında hiçbir şeye bakmadım. Öyle bir huyum var. Bir şey izleyeceksem fragman ya da uzun açıklayıcı yorumlar yerine açıp birkaç bölüm izleyerek kararımı veririm. Neyse, açtım ve izlemeye başladım. Bir de ne göreyim! İlk sezon, oynadığım bir oyunun aynısı. Daha doğrusu, oyun Lost'tan esinlenmiş. İsmi The Forest. Bir adada hayatta kalma oyunu. Hikâyeli bir oyun ve bir uçak kazasıyla adaya düşmenizle başlıyor... Spoilersiz olsun diye detay vermeyeceğim ama oyunun hikâyesiyle dizinin benzerliği o kadar fazla ki, izleme keyfim bir tık azaldı diyebilirim. Lost 2004 yapımı, The Forest ise 2014, yani oyunun esinlendiği açık. Ama ben bunu bilmiyordum. Hatta şunu fark ettim: Oyunun alternatif birkaç sonundaki durumlar, Lost'taki karakterlere yedirilmiş gibi.
Öte yandan, dizideki karakterlerin geçmiş hikâyeleri (backstory) o kadar ilgi çekici ki, Emrah Safa Gürkan’ın roman okuyan insanlar hakkında söylediği "Roman okuyan insan salt iyi ve salt kötülere inanmaz." sözü tam olarak bu diziye oturuyor. Bir de zaten hayatta kalma oyunlarını bilgisayar olsun çocuk oyunun olsun çok severim; çocukken hep şehir kurardım. Web tabanlı Ikariam diye bir oyun vardı, onu da severek oynamıştım. Ha, bir de kısa bir Age of Empires II dönemim var. Profesyonel oynadığım filan yok ama robinsonculuk yapıyorum herhalde. Bir şeyler kurmadan rahat edemiyorum.
Hani biri çıkıp "Kardeşim, Lost’u yeni izlemişsin, yeni yazıyorsun bir de," diyebilir. Desin. Bu kısım beni çok ilgilendirmiyor. Ama sanırım hayatımda ilk defa oynadığım bir oyunla bir dizinin bu kadar temas etmesi beni tuhaf hissettirdi. Hani, önce kitabını okuyup sonra filmini izlemek gibi... Öyle yapmayı da çok severim. Eminim sizin de benim gibi tanıdıklarınız vardır.
Bazı şeyleri çok uzatmamak lazım. Biri size bir şey oku ya da izle dediğinde bunu yapmak zorunda değilsiniz belki, ama hayat, araya birkaç sene koymak için fazla kısa. Kendi açımdan bir şeyi daha hatırlatıyor bu.... anlatayım. Film-dizi-kitap önerisi yaptığım bir arkadaşım var. O, ben önerince izlemez. Sonra birkaç sene geçer, izlediğini ve fanı olduğunu duyarım, story atar, şevkli şekilde o şeyi ne kadar beğendiğini anlatır. "Gidip demiştim sana, önerdiğimde izlemedin..." diyeceğim gelir ama aman, neyse...
Çok da şey yapmamak lazım.
Yorumlar
Yorum Gönder